FİL ÇOCUK
Afrikalı bir zenci çocuk
Büyücü çırağıymış
Fili insan yapayım derken
Kendini fil yapmış
Dağlarda, bayırlarda
Gezerken ayağına
Kocaman bir diken batmış
Filin canı çok acımış
Aslandan, kaplandan, kartaldan
Tilkiden, kurttan, baykuştan
Tavşandan yardım istemiş
Fili gören korkup kaçmış
Fil ağlana, sızlana
Köyüne geri dönmüş
Anası, babası, amcası
Çocuk sesli filden kaçmış
Fakat cesur Toro
Moro’nun arkadaşı
Korku nedir bilmezmiş
Dikeni çekip çıkarmış
Moro hep fil kalmış
Toro’dan ayrılmamış
Onların öyküleri
Dünyada destanlaşmış.
|
ELEPHANT BOY
An African Negro Boy
Had been a magician’s apprentice
Had changed himself into an elephant
Instead of changing an elephant into human
While he had been walking,
In the fields and mountains
A huge thorn had pricked his foot
The elephant had felt too much pain
He had asked the lion, the tiger, the eagle
The fox, the wolf, the owl
The rabbit for help
Whoever had seen the elephant had run away.
Mourning and crying
The elephant had returned to his village
His mother, father, uncle
Had escaped from the elephant with childish voice.
But brave Toro
Moro’s friend
Hadn’t known what fear had been
Had pulled the thorn out.
Moro had been an elephant forever
Hadn’t left Toro
Their story had become
Legendary in the world.
|
SEN YOLUNA BEN YOLUMA
Seninle ben,
Ne kadar güzel günler yaşamıştık birlikte
Bilirdik ki bu günlerin yarınları olmayacak
Birkaç haftalık tatilde dostça bir arkadaşlık
Mehtaplı gecelerde, ağaçların altında
Yalnızlığın kollarında sohbet ederdik
Zenginlikten, yoksulluktan, mutluluktan, mutsuzluktan
Servetten, sefaletten uzun uzun konuşmuştuk
Belki de çaresini bulmuştuk
Şimdi burada bizim yollarımız ayrılıyor
Sen yoluna, ben yoluma
Aramızda derya deniz, yüce dağlar olsa ne olur?
Unuturum sanma sakın, ismin kalbimde yazılı
Güle güle dert ortağım, güle güle arkadaşım
Belki bir gün bir yerlerde karşılaşırız seninle
Eski günleri anarız, gelecekten bahsederiz
Güle güle dert ortağım, güle güle arkadaşım.
|
YOU TO YOUR WAY, I TO MINE
You and me,
How wonderful days had we lived
Knowing that those days wouldn’t last
A nice friendship during a few-weeks-holiday
During the moonlit nights, under the trees
In the arms of loneliness we would chat
About richness, poverty, happiness, unhappiness
Fortune, misery for long hours
Perhaps we had found its remedy
Now our ways are separated
You to your way, I to mine
What would happen if there were seas, high mountains?
Since your name is carved on my heart, don’t think I’ll forget about you
Goodbye my sympathetic ear, goodbye my friend
We might meet somewhere one day
We would talk about the past and future
Goodbye my sympathetic ear, goodbye my friend.
|
TO A TRAVELLER
Stop wayfarer! Unbeknownst to you this ground
You come and tread on, is where an epoch lies;
Bend down and lend your ear, for this silent mound
Is the place where the heart of a nation sighs.To the left of this deserted shadeless lane
The Anatolian slope now observe you well;
For liberty and honor, it is, in pain,
Where wounded Mehmet laid down his life and fellThis very mound, when violently shook the land,
When the last bit of earth passed from hand to hand,
And when Mehmet drowned the enemy in flood,
Is the spot where he added his own pure blood.
Think ,the consecrated blood and flesh and bone
That make up this mould, is where is where a whole nation,
After a harsh and pitiless war; alone
Tasted the joyce of freedom with elation.
|
Bir Yolcuya
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğduğu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
|
TO THE MARTYRS OF CANAKKALE
This Dardanelles war – without equal in the world
Four or five mighty armies are pressed and are hurled
To reach the Sea of Marmara by hill and pass
So many fleets have surrounded a small mass…
The Old World and the New World, all have come this way,
Bubbling like sand, like a flood, or like Judgement Day;
The seven climes of the world stand opposite you
Australia, beside which observe Canada too!
Different are these hordes in face and skin and sound
Only their violence, forsooth, is equal all round.
Outstretched he lies there, shot right through his spotless brow,
For this Crescent O Lord, what suns are setting no.
O soldier, for this earth’s sake fallen to the dust,
If your heavenly forbears kissed your brow, “twere just”
Brave you are, your blood makes “God is one” victorious,
Only the lions of Badr could be as glorious.
Who can dig a sepulchre great enough for you?
History itself, say I, cannot contain you.
That book records the epochs upturned in this race…
Eternities are needed to give you your place.
You, who destroyed the onslaught of the last crusade,
From the dearest sultan of the East, Saladin,
And from Kılıç Arslan who earned high accolade
You who took the iron hoop hemming Islam in
And shattered into pieces on your own strong breast
You with whose spirit move the legends of your name
The iron hoop that robbed Islam of all its rest;
Ages of history overflow with your fame…
No more these horizons for you no more this test…
Martyr son of martyr ask me not for a grave,
The prophet open armed awaits his warrior his warrior brave.
|
Necmettin Halil Onan Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.
|
yazarlarını da yazsaydınız